Ayşe Kulin

Ayşe Kulin

Ayşe Kulin 290 165 Büyük Kulüp

RÖPORTAJLAR

Ayşe Kulin

Her ay bir edebiyatçımızla söyleşi yapmak arzumuz doğrultusunda tanınmış yazarımız Ayşe Kulin’e Yönetim Kurulu Üyemiz Prof. Dr. Mehveş Emeç Birol aracılığıyla ulaştık. Yazarımız, Genel Sekreterimiz M.Erkan Ülker’in sorularını yanıtladı.

Okurları Ayşe Kulin’i çok seviyor; ışıltılı, etkileyici bir kişisiniz, romanlarınızdaki kahramanlar içimizden. Bize tarihi, yaşadıklarınızı, aşkı anlatıyorsunuz, neredeyse her pencereden bakıyorsunuz. Ülkemiz edebiyatının bir markası oldunuz. Sizinle o kadar çok röportaj yapılmış ve neredeyse tüm sorular sorulmuş, internet sizinle dolmuş.
Ben size ne sormalıyım diye bir hafta Ayşe Kulin çalıştım.
Meslekler zorluk derecesine göre sıralandığında araştırmacılar roman yazmanın ilk başta geldiğini söylüyorlar.
Öyle mi sizce de?

Hayır, bence değil, roman yazmak benim için dünyanın en keyifli işi.  Ben roman yazmaya başlamadan önce uzun yıllar setlerde kamera arkasında, ayrıca Halkla İlişkiler alanında çalıştım ve Resim Heykel Müzeleri Derneği’nin Yönetim Kurulunda on yıl boyunca görev yaptım. Roman yazmak benim için hepsinden çok daha keyifli ve kolay oldu. Hayatımı çok severek yaptığım bir işten kazandığım için kendimi şanslı addediyorum.

Bir söyleşinizde “Her yaşamdan bir değil, en az birkaç roman çıkar. Çünkü her yaşam değişik açılardan yorumlanabilir, her yaşama değişik gözlüklerle bakılabilir. Romanlar nihayetinde yaşadıklarımızın başka bir dille anlatımıdır.” diyorsunuz.
Ayşe Kulin’i roman kahramanlarınıza ne kadar konuşturdunuz, yaşattınız ya da bulaştırdınız?

Her yazar istese de istemese de önemsediği konuları işler, romanlarına ve öykülerine sızar, benimsediği fikirleri seslendiren kahramanlar yaratır. Dolayısıyla, ben de bazı romanlarımda dünya görüşümle ve duruşumla mutlaka zuhur etmişimdir. Ne var ki, basılmış otuz iki kitabımın arasından sıyrılan üç adet biyografiyi, Psikiyatr Aylin Devrimel’in, Seramik sanatçısı Füreya Koral ve Prof. Dr. Türkan Saylan’ın yaşam öykülerini yazarken, bu yapıtlarda Ayşe Kulin’den en ufak bir iz bulunmamasına özen gösterdim. Biyografilerim sadece kendi sahiplerinin fikirlerini, özlemlerini ve karakter yapılarını yansıttı. Her üçünün de  tıpkı benim gibi eğitime, kişisel özgürlüğe ve çağdaşlığa önem veren Cumhuriyet kadınları olmaları, tamamen tesadüftür. Fakat, HAYAT/ HÜZÜN/DÜRBÜNÜMDE 40 SENE ve HAYAL’de, bu kitaplar zaten bana ait otobiyografiler oldukları için, iç sesim baştan sona çok güçlü duyuluyor.

 Siz köklü-kültürlü-sorumlu bir aileden geliyorsunuz. Eğitim şart ama ailenin insanların yaşama hazırlanmasında önemi nedir? Ayşe Kulin olmada sizin ailenizin rolü nedir?

Üzerimde ailemin etkisi gerçekten çok güçlüdür. Ben yaşıtlarıma kıyasla biraz farklı bir çocukluk dönemi geçirdim. Anneannemin annesini ve babasını görme, onlarla yaşama şansını tattım, pek çoğumuzun kitaplarda okudukları ve tahayyül etmeye çalıştıkları gerçek Osmanlıların kucağında büyüdüm. Dedemi kaybettiğimde ilk okul dörtte, nenemi kaybettiğim yıl orta okuldaydım. Nenemin vefatına kadar, yaz aylarımızı dedemin Burgaz Adası’ndaki konağında, üç kızının ki, biri benim anneannemdi, eşleri, çocukları, torunları  ve her birinin kendi kayınvalide, görümce ve yakın arkadaşlarının da sık kalmaya geldikleri evde, nerdeyse otuz kişi hep birlikte geçirirdik. Misafir olmadığı zaman zaten çekirdek aile olarak on beş kişi kadardık. Bu sayıya bir de bahçıvanından aşçısına yardımcıları ekleyin… böylesine kalabalık bir ortamda geçen yaz aylarından sonra, okulların açılmasıyla ben Eylül başında, Ankara’ya sadece anne-baba-çocuk üçgeninin yaşadığı küçük apartman dairemize dönerdim… Bir masal dünyasından ayrılıp, hayatın gerçeğine!
Dedem, nenem ve hayatta kalmış tek tük dostları (örneğin Cemal Reşit Rey’in babası Osmanlıların son Dahiliye Nazırı Ahmet Reşit Bey), bir başka çağın temsilcileri olarak, kılık kıyafetleri, dilleri, edalarıyla, ahlak ve din anlayışlarıyla, o günün insanlarından değişiktiler. Üstelik bu gün bize tarif edilen Osmanlılardan da çok başkaydılar. Bazıları çok şaşırabilir ama bana dinimi öğreten büyüklerim, İslam öğretisinde en önem verilen hususun, temiz ahlâk, merhamet, adalet ve alçak gönüllülük olduğunu anlatmışlardı. Şekilsel ibadetten çok daha önemliydi bu kavramlar. Bu birikim Cumhuriyet değerleriyle bütünleştiğinde, ortaya bugün emsalleri kaybolmaya yüz tutmuş, benim kuşağım çıktı.

 Küçüklük, gençlik fotoğraflarınızda cingöz, haşarı, kalıbına sığmayan bir haliniz var gibi. Öyle miydiniz, biraz anlatır mısınız?

Evet, çok yaramazdım… Düz duvara tırmanan cinsten. Evdeki oyun mekanım, kapıların, dolapların üstüydü. Kapı tokmağına basarak kendimi yukarı çeker, ata biner gibi kapıya oturur, sallanırdım. Odamdaki gardırobun üstüne iskemle yardımıyla çıkar, oyun alanımı orada kurardım. Bir kaç yıl sonra büyümüş olmalıyım ki, tepesindeki kontrplak ağırlığımı çekmedi, gardırobun içine düştüm, annem yokluğumu fark edip beni aramaya başlayana kadar, uzun süre karanlık dolabın içinde mahsur kaldım. Anneannem benim hep böyle ağaç ve dolap tepelerinde dolaşmamın faturasını, annemin bana hamileyken Ankara Hayvanat Bahçesinde daldan dala atlayan maymunları çok uzun seyretmiş olmasına keserdi. Ona göre, hamile kadın neye uzun bakarsa çocuğu ona benzermiş. Neyse ki maymun iştahlı olmadım!

 Hepsinin yeri ayrı ama en çok hangi romanınızı beğeniyorsunuz ve tüm eserleriniz içindeki kahramanlarda en çok tuttuğunuz size yakın olan hangisi, niçin? 

FÜREYA çok keyifle yazdığım ve virgülünü değiştirmek istemediğim tek romanımdır. İyi ki yazdım dediklerim ise, KÖPRÜ ve TÜRKAN! Rahmetli Vali Recep Yazıcıoğlu ve Prof. Türkan Saylan gibi iki muhteşem insanı, onları tanıma şansı olmayanlara anlatabildimse, ne mutlu bana!   Dünyaya ve ülkeme bakışımı değiştiren kitaplarım, SEVDALİNKA ve KARDELENLER. Sevdalinka’yı yazmak için araştırma yaparken Batı hayranlığım son buldu, diğerinde ise ülkemin gerçeklerini gözlerimle bizzat izleyerek öğrendim. Bir de tepki romanlarım var, farkındalık yaratmanın sorumluluğu ile yazılmış, BİR GÜN, GİZLİ ANLARIN YOLCUSU ve KANADI KIRIK KUŞLAR, gibi.
Yazarken beni eğlendirenler ise, HAYAL ve TUTSAK GÜNEŞ oldu.

 Ben Alman Lisesi’nde okudum, Lise birden dördüncü sınıfa kadar bize Türk Edebiyatı’nın, Alman Edebiyatı’nın ve Dünya klasiklerinin başyapıtlarını zorunlu okutmuşlardı.
Ülkemizde kitap okuma konusunda neler söylemek istersiniz, gençler neden kitap okumuyorlar?

Ben Robert Kolej’de eğitim gördüm ve aynı sizin gibi Türk, İngiliz/Amerikan ve Dünya edebiyatının klasiklerini okudum. Edebiyat düşkünlüğümü bana Türk ve İngiliz edebiyatını öğreten hocalarıma, şiiri çok sevmemi ise, içinde büyüdüğüm evin atmosferine borçluyum. Şarkı söyler gibi şiir okunan bir evdi benimki, her kuşak kendi sazını çalardı. Anneannem Fikret’ten, Mehmet Akif ve Yahya Kemal’den, annem Faruk Nafiz’den Necip Fazıl’dan mısralarla dolaşırlardı dudaklarında. Ben de yakın zamana kadar ezbere çok şiir bilirdim de artık mutfağa ne için gittiğimi hemen hatırlarsam seviniyorum. Benim orta ve lise yıllarım iki dilde kompozisyon yazmakla geçti. Tatillerde bir kaç kitap okur, okul açıldığında değerlendirme yapardık. Çocuklarımın eğitim yılları ise, kendini muhafazakâr olarak tanımlayan yönetimlerin iktidarda olduğu zamana rast geldi. O sıralarda meğer bir gizli odak da yer altında faaliyetteymiş. Bu nedenle olsa gerek, Milli Eğitim Bakanlığının önerileri çocuklara kitap okumayı ilham edebilecek türden kitaplar değil, yaşlarına göre ağır ve sıkıcıydılar. O kuşak belki de bu yüzden edebiyat okuma alışkanlığı edinemedi. Bu günün çocukları ise kitapla değil sosyal medya ile besleniyor. Dünya değişiyor, roman ve şiir kitapları elli yıl sonra antik eserler müzesinde kendilerine bir köşe bulabilirlerse, ne âlâ!
 Uçtan uca bu kadar eser üretirseniz, çok da eleştiri-övgü-yergi almanız doğal.
Sizi iyi eleştirebiliyorlar mı?
Eleştirme de bir olgunluk ve kültür altyapısı gerektirir herhalde. İyi eleştirmenlerimiz var mı, isim verebilir misiniz?

Her yeni kitabımın çıkışında, basında tanıtım yazıları çıkıyor. Bu yazıları eleştiri kategorisine koyamam. Az sürümlü edebiyat dergilerinde yazan eleştirmenler ise, çok satan kitaplar üzerine zaman harcamak istemiyorlar ki, hak vermemek mümkün değil.
Edebiyat Fakültelerinde eleştirmenlik kürsülerinin açılmış olmasının, bu değerli mesleği daha  profesyonel bir açılıma kavuşturacağına inanıyorum.

 Gelelim memleketimizin haline, ne oluyor? Türkiye’de nereye gidiyoruz? Sizin gibi zeki insanlar gelecek hakkında öngörüde bulunmalıdır. 30 yıl sonra nasıl bir Türkiye hayal ediyorsunuz?

İçinde yer almayacağım bir ülkeyi ve dünyayı hayal etmek kolay değil ama Doğayı bu hızla tahribe devam edersek, Doğa intikamını almakta gecikmeyecek. Hatta ilk işaretlerini vermeye başladı bile! Dünyamız sellerle, fırtınalarla, deprem ve yanardağ patlamalarıyla alt üst olmakta. Dünya liderleri de savaş çıkartarak, silah, patlayıcı, füze üreterek tahribata katkıda bulunuyorlar. Bir de yapılaşma, betonlaşma yüzünden sürdürülen yıkım var. Kimileri için tatlı bir hayal, benim içinse bir doğa katliamı niteliğindeki 2. İstanbul Boğazına yakın gelecekte sahip olabiliriz de, bu diğer Boğaz’ın sefasını sürmesi beklenen torunlarımızın başka gezegenlere kaçmak zorunda kalmasından korkarım çünkü tabiat kendini istismar edenlere tarikat hoşgörüsü göstermiyor ne yazık ki!

 Bu yazarlık işinden para kazandınız mı, zengin misiniz?

Yirmi yıl önce, rüyamda görsem inanmazdım ama evet; roman yazarak, yaptığım tüm işlerden daha fazla para kazandım. Bu sayede bir  apartman dairesi ve çok küçük de olsa, bir yazlık sahibi olabildim. Zengin değilim fakat çocuklarıma yük olmadan yaşıyorum, hatta gerektiğinde onlara yardımcı da olabiliyorum. Bir gün elim ayağım tutmazsa, yine onlara yük olmadan kendime baktırabileceğim bir birikimi harcamamaya dikkat ediyorum. Dünyada bu imkana sahip kişilerin oranı o kadar düşük ki, istatistikler beni göreceli zengin sınıfına sokabilir…fakat istatistikler fena yanılır! Ben dünyanın en zengin kadınlarının arasında dahi olaydım, Amerika’dan Afrika’ya sokaklarda insanların açlıktan öldüğü, savaştan, afetten kaçanların evsiz kaldığı, çocukların gıdaya, sağlık hizmetlerine ve eğitime ulaşamadığı dünyamızda, bir çantaya değil otuz bin dolar, üç bin lira vermezdim. Bir dostum bana niye bir Mercedes kullanmadığımı sordu. Gayet basit, Mercedesin yarı parasından az olan Volkswagen Golf’um  benim işimi mükemmel görüyor. Demek ki, zenginlik sadece para sahibi olmak değil, bir yaşam biçimi, bir duruş ve ben her kuruşunu kalemimle kazandığım paramı, günümüz zenginleri gibi değil, orta sınıf bir vatandaş gibi harcamayı seçiyorum…çocuklarımın benimle dalga geçmesine rağmen!

Aydın bir kişi olarak yazarlık dışında neler yapıyorsunuz? Sosyal sorumluluk projeleri anlamında çabalarınız var mı, sizin gibi bir insanın böyle görevi olmalı mıdır? 

Zamanımın büyük bir kısmını kitaplarla ilgili etkinlikler kaplıyor. Artık nerdeyse her şehirde açılan Kitap Fuarlarına imzaya, Belediyelerden, Yardım Derneklerinden ve Üniversitelerden gelen çağrılara konuşmaya gitmek çok zamanımı alıyor. Ayrıca kitaplarım başka dillere de çevrildiği için, yurt dışından da davetler oluyor. Örneğin Kasım ayında Prag’daki Edebiyat Festivalinde dünyaca Nobel Ödüllü ünlü şair Adonis ile tanışma imkanı bulacağım için heyecanlıyım.

Bu tür etkinliklerin dışında, hâlâ birlikte olduğum okul arkadaşlarımla haftada bir kere buluşuruz. Sinemaya, tiyatroya gider, sergi gezeriz. Günümün sabah en geç yediden itibaren, yatana kadar her saniyesi doludur. Eğer yazdığım kitabın araştırma faslı varsa, o çalışmayı akşam saatlerinde yaparım, yazılarımı ise kafamın berrak olduğu sabahın erken saatlerinde yazıyorum. Okumak istediğim kitaplar, bir kitap üstünde çalışırken birikiyor, ancak roman elimden çıktıktan sonra, onları okumaya başlıyorum ve bir kaç ay sürekli okuyorum. Eğer İstanbul’daysam haftada üç kez pilates, vakit bulursam bir kez de dans grubuna katılıyorum. Yaz ayları ise tamamen aileme ayrılıyor. Yurt dışından gelen torunlar neredeyse, ben orada…İstanbul’da yaşayan iki torunu, imzada değilsem hafta sonları görebiliyorum, neyse ki.
Sosyal sorumluluğa gelince: SEVDALİNKA’nın ve AYLİN’in Sırpça baskılarından gelen gelir, muhtaç Boşnak çocuklarına bırakıldı. KARDELENLER’in satışından doğan ve TÜRKAN’ın tiyatro oyununun payıma düşen telifi ömür boyu kaydıyla ÇYDD’ye yönlendirildi. TÜRKAN’nın özel baskıları, basıldığı yıl ÇYDD’ ye değerlendirmesi amacıyla armağan edilmişti. SİT NENENİN MASALLARI ise zaten UNICEF için yazıldı ve bu kitabı resimleyen Müjdat Gezen’le birlikte her ikimizin telifi çocuklara bağışlandı.
Bu yukardaki bağışlar başka bağışçıları özendirmek adına medyada paylaşılanlar. Ben yazarken hicap duyuyorum çünkü duyurulmadan yapılan yardımların daha değerli olduğu kanısındayım

Not edilmiş bazı sözleriniz var.
“Bir kızın en sevdiği şarkıyı iyi dinleyin, çünkü orda tüm söylemeye çalıştığı şeyler gizlidir.”
“Benimle onun arasında kaldıysan, onu seç. Çünkü beni gerçekten sevseydin, beni seçenek yazmazdın.”
“Ölüm gibi bir şey hayata küsmek. Hatta ölümde bile bir başka hayata geçiş umudu bile taşıyabiliyor insan, yaşarken yaşamdan vazgeçmek. Üstesinden gelinir gibi değil.” gibi.
Bu sözlere bakınca kendinizden anlatıyor gibisiniz. Çok acılar, küskünlükler, kırgınlıklar yaşadınız mı, şimdi mutlu musunuz?

Yaratılırken, zaman içinde acıları unutmak üzere tasarlanmışız. Acılar da mutluluklar gibi gelip, geçicidir. Hayat hiç bir zaman düz çizgide gitmez. Her insan gibi ben de olumsuzluklar yaşadım elbette ama o yıllarda dahi mutlu anlarım çoktu. Şimdi de mutluyum, çocuklarımın işleri güçleri, aileleri var; torunlarım sağlıklı ve sorunsuz. Üstüne üstlük, yazdığım kitapları severek okuyan okurlarım var. Bundan büyük mutluluk olur mu?
Ayşe Kulin, sizin bize gösterdiğiniz yüzünüz gerçek midir, bizden gizlediğiniz bir Ayşe var mı?

Esrarengiz biri olmak hoş olabilirdi ama ne yazık ki son derece sıradan, dört çocuklu, sekiz torunlu, alışverişini hâlâ kendi yapan, yemeğini hâlâ kendi pişiren ve torun peşinde koşuşan gizemsiz, sırsız bir kadınım. Tek bir yüzüm var, o da çok eskidiği için, lütfen dikkatle ve bol ışıkta bakmayın!

Memleketimizi gezdiniz mi, halkımızın en çok hangi özellikleri sizi etkiliyor?

Memleketimde görmediğim çok az yer kaldı. Dünyanın da pek çok yerini de gezmiş bulunuyorum. Türk halkının konukseverliğini, insan sevgisini hiç bir yerde görmedim. Yabancıların bile yardımına koşmaktan, aşını onlarla paylaşmaktan sakınmayan bu bilge halk (Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Müslüman, Alevi, Hristiyan, Yahudi, Süryani ve diğerleri, kısacası T.C sınırları içinde yaşayanların hepsi benim için aynı halk, en ufak bir ayırım gözetmeden, benim de parçası olduğum halkım, onlar!) aynı zamanda nasıl bu kadar gaddar, akılsız ve inatçı olabiliyor, bu sırrı anlayabilmiş değilim! Halkımın bu çarpıcı özelliği benim çözemediğim bir bilmece.

 Teknolojinin hızla gelişmesi yaşamınızı nasıl etkiliyor?

Başımı döndürüyor, aklımı karıştırıyor, strese sokuyor. Her yenilenen telefonda ve bilgisayarda yeni uygulamalar öğrenmek zorunda kalmak, bu yaşta kolay değil. Acı olan şu ki, aygıtlarımızı değiştirmediğimiz taktirde kullanılmaz hale geliyorlar. Üreticilerin kölesi olan bizler de mecburen bir kaç senede bir, yenilemek zorunda  kalıyoruz telefonlarımızı, tabletlerimizi. Haydi bakalım, her şeyi yeni baştan öğren! Daha da gücüme giden, herhangi bir şey danışmak için aradığımız numaralarda insan sesine ulaşamamak! Karşınıza çıkan telesekretere mümkünse anlat derdini….

 Çok beğendiğiniz bir şiiri yazmak ister misiniz, hangisi?

İki dilde okuduğum binlerce şiirin arasından seçim yapmak mümkün değil ama bu söyleşinin son sorularına uygun düştüğü için, Fuzuli’den iki satır ile yanıtlayayım.
MİHNETİ KEDİNE ZEVK ETMEDEDİR ÂLEMDE HÜNER/ GAM U ŞADï-İ FELEK BÖYLE GELİR BÖYLE GİDER.
(Dertleri kendine zevk etmededir dünyada hüner, Kederi ve neşesiyle Felek, böyle gelir böyle gider.)

Sanatkârlık tarafınız var mı, hobileriniz nedir, 24 saati ya da bir haftayı planlar mısınız?

Annem piyano çalmamı çok istemişti. Baktılar ki bende kulak yok ve piyano hocam ne benim vaktimi ne de kendi paranızı boşa harcamayın, demiş babama, piyanodan vazgeçildi. Ressam kuzenim rahmetli Ferruh Başağa bana resim dersleri vermeye başladı. Çünkü bizim evin çocuğu olarak illa bir sanatla haşır neşir olmam lazımdı! Neyse ki kalemle aram iyiydi, resimler yapıp, yazlık evlerin duvarlarına asardım. Yıllar sonra, Resim Heykel Müzeleri Derneği Yönetim Kurulunda çalıştığım dönemde, bu kez ressam Yusuf Taktak’tan, Dolma Bahçe Sarayının son bölümündeki odasında, muhteşem manzaraya karşı resim dersleri aldım. O, nezaketinden beni başından savmadı. Fakat benim tempom o kadar yoğundu ki, mecburen hayatımdan resim çıktı, yazı kaldı!
Plan, programa gelince,  zamanım zaten yayıncımın planladığı programla sınırlanmış, bir de ben katkıda bulunmuyor, anı yaşamayı tercih ediyorum.

 Gençlere başarılı olmaları konusunda beş tavsiye sorsam ne dersiniz?

Gençlere tavsiyede bulunmak beni aşar. Onlar benim yaşamış olduğum dünyanın teknolojik açıdan çok daha ilerlemiş bir döneminde yaşıyorlar ve sanırım benim tavsiyelerime ihtiyaçları yok çünkü bana öğretilen değerler bu gün artık geçerli değil.

Sayın Kulin teşekkür ederiz. Bu ay çıkacak Kördüğüm isimli romanınızı üyelerimiz arasındaki okurlarınıza imzalamanız için en kısa zamanda Kulübümüzü ziyaret etmenizi diliyoruz.

Söz geleceğim Erkan Bey.

Back to top